MÜHİM BİR SUAL: Diyorsunuz ki: "Muhabbet, ihtiyârî değil. Hem ihtiyac-ı fıtrîye binaen, leziz taamları ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlâdlarımı severim. Refika-i hayatımı severim. Dost ve ahbablarımı severim. Enbiya ve evliyayı severim. Hayatımı, gençliğimi severim. Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri, Cenâb-ı Hakk'ın zât ve sıfât ve Esmâsına verebilirim? Bu ne demektir?
Elcevab: "Dört Nükte"yi dinle.
BİRİNCİ NÜKTE: Muhabbet, çendan ihtiyârî değil. Fakat ihtiyar ile, muhabbetin yüzü, bir mahbubdan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ: Bir mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya âyine olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü, mecâzî mahbubdan hakikî mahbuba çevrilebilir.
İKİNCİ NÜKTE: Ta'dad ettiğin sevdiklerini, sevme demiyoruz. Belki onları Cenâb-ı Hakk'ın hesabına ve onun muhabbeti namına sev, deriz. Meselâ: Leziz taamları, güzel meyveleri, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanı ve o Rahman-ı Rahîm'in in'amı cihetinde sevmek, "Rahman" ve "Mün'im" isimlerini sevmektir, hem mânevî bir şükürdür. Şu muhabbet, yalnız nefis hesabına olmadığını ve Rahman namına olduğunu gösteren; meşru dairesinde kanaatkârane kazanmak ve mütefekkirane, müteşekkirane yemektir.
Hem peder ve valideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakk'ın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat lillah için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir. اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ âyeti beş mertebe hürmet ve şefkate evlâdı davet etmesi; Kur'anın nazarında valideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir.
Mâdem peder; kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil veled dahi, pedere karşı hak dâva edemez. Demek valideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira münakaşa, ya gıpta ve hasedden gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münakaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâva etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.
Ve evlâdlarını, o Zât-ı Rahîm-i Kerim'in hediyeleri olduğu için Kemâl-i şefkat ve merhamet ile onları sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakk'a aittir. Ve o muhabbet ise, Cenâb-ı Hakk'ın hesabına olduğunu gösteren alâmet ise: Vefatlarında sabır ile şükürdür, me'yusane feryad etmemektir. "Hâlıkımın benim nezaretime verdiği sevimli bir mahluku idi, bir memlûkü idi, şimdi hikmeti iktiza etti, benden aldı, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte bir zâhirî hissem varsa, hakikî bin hisse onun Hâlıkına aittir. «El-hükmü Lillah» deyip teslim olmaktır.
Hem dost ve ahbab ise: Eğer onlar îmân ve amel-i salih sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın dostları iseler, "El-hubbu Fillah" sırrınca o muhabbet dahi, Hakk'a aittir.
Hem refika-i hayatını, Rahmet-i İlahiyenin munis, lâtif bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü sûretine muhabbetini bağlama. Belki kadının en cazibedâr, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymetdar ve en şirin cemâli ise; ulvî, ciddî, samimî, nuranî şefkatidir. Şu cemâl-i şefkat ve hüsn-ü sîret, âhir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir. Ve o zaîfe, lâtife mahlukun hukuk-u hürmeti, o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa hüsn-ü sûretin zevaliyle, en muhtaç olduğu bir zamanda bîçare hakkını kaybeder.
Hem enbiya ve evliyayı sevmek, Cenâb-ı Hakk'ın makbul ibâdı olmak cihetiyle, Cenâb-ı Hakk'ın namına ve hesabınadır ve o nokta-i nazardan O’na aittir.
Hem hayatı, Cenâb-ı Hakk'ın insana ve sana verdiği en kıymetdar ve hayat-ı bâkiyeyi kazandıracak bir sermaye ve bir define ve bâki kemâlâtın cihazatını câmi' bir hazine cihetiyle onu sevmek, muhafaza etmek, Cenâb-ı Hakk'ın hizmetinde istihdam etmek, yine o muhabbet bir cihette Mâbud'a aittir.
Hem gençliğin letâfetini, güzelliğini, Cenâb-ı Hakk'ın lâtif, şirin, güzel bir ni'meti nokta-i nazarından istihsan etmek, sevmek, hüsn-ü istîmal etmek, şâkirane bir nevi muhabbet-i meşruadır.
Hem baharı: Cenâb-ı Hakk'ın nuranî esmâlarının en lâtif, güzel nakışlarının sahifesi ve Sâni-i Hakîm'in antika san'atının en müzeyyen ve şa'şaalı bir meşher-i san'atı olduğu cihetiyle mütefekkirane sevmek, Cenâb-ı Hakk'ın esmâsını sevmektir.
Hem dünyayı: âhiretin mezraası ve Esma-i İlâhiyyenin âyinesi ve Cenâb-ı Hakk'ın mektûbâtı ve muvakkat bir misafirhanesi cihetinde sevmek, -nefs-i emmâre karışmamak şartıyla- Cenâb-ı Hakk'a ait olur.
Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mâna-yı harfiyle sev. Mâna-yı ismiyle sevme. «Ne kadar güzel yapılmış» de. «Ne kadar güzeldir» deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü: Bâtın-ı kalb, âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur.
اَللّهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ de.
İşte bütün tâdad ettiğimiz muhabbetler, eğer bu sûretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir. Hem muhabbet-i İlâhiyyeyi ziyadeleştirir. Hem meşrû bir muhabbettir. Hem ayn-ı lezzet bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.
Meselâ: Nasılk, bir padişah-ı âli, (Haşiye) sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:
___________________________
(Haşiye): Bir zaman iki aşiret reisi, bir padişahın huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar
Biri; elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bâzan olur ki: padişah o nefisperverane olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz'îdir. Hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.
İkinci muhabbet ise: Elma içindeki elma ile gösterilen iltifatat-ı şâhânedir. Güya o elma, iltifat-ı şâhânenin nümunesi ve mücessemidir, diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkındedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.
Aynen onun gibi bütün ni'metlere ve meyvelere, zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenâb-ı Hakk'ın iltifatat-ı rahmeti ve ihsanatının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatatın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir...
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Cenâb-ı Hakk'ın esmâsına karşı olan muhabbetin tabakatı var: Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi; bazen âsâra muhabbet suretiyle esmâyı sever. Bâzan esmâyı, kemalât-ı İlâhiyyenin unvanları olduğu cihetle sever. Bâzan insan, câmiiyyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmâya muhtaç ve müştak olur. Ve o ihtiyaçla sever.
Meselâ: Sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukarâ ve zaif ve muhtaç mahlûkata karşı, âcizâne istimdad ihtiyacını hissettiğin halde biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse, o zâtın ‘in'am edici’ ünvanı ve ‘kerîm’ ismi ne kadar senin hoşuna gider, ne kadar o zâtı, o unvan ile seversin.
Öyle de: Yalnız Cenâb-ı Hakk'ın Rahman ve Rahîm isimlerini düşün ki: Sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mü'min ve âbâ ve ecdâdını ve akraba ve ahbabını dünyada ni'metlerin envâiyla ve Cennet'te envâ-i lezâiz ile ve saadet-i ebediyyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mes'ud ettiği cihette o «Rahman» ismi ve «Rahîm» unvanı, ne kadar sevilmeğe lâyıktırlar ve ne derece o iki isme rûh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ne derece: «'Elhamdülillâhi alâ Rahmâniyyetihî ve alâ Rahîmiyyetihî»ِ yerindedir anlarsın.
Hem alâkadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir olduğun; senin bir nevi hânen ve içindeki mevcûdât, senin o hânenin ünsiyetli levazımatı ve sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlûkatı kemâl-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden zâtın «Hakîm» ismine ve «Mürebbî» unvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak olduğunu dikkat etsen anlarsın. Hem bütün alâkadar olduğun ve zevalleriyle müteellim olduğun insanları, mevtleri hengâmında adem zulümatından kurtarıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir zâtın «Vâris, Bâis» isimlerine, «Bâki, Kerim, Muhyî ve Muhsin» unvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu dikkat etsen anlarsın.
İşte insanın mahiyeti, ulviye; fıtratı, câmia olduğundan; binler enva-ı hâcât ile binbir Esmâ-i İlâhiyyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülâtına göre merâtib-i muhabbet, merâtib-i esmâya göre inkişaf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi -Çünkü o esmâ Zât-ı Zülcelâl'in ûnvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zâtiyyeye döner. Şimdi yalnız nümune olarak binbir esmâdan yalnız «Adl» ve «Hakem» ve «Hak» ve «Rahîm» isimlerinin binbir mertebelerinden bir mertebeyi beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Hikmet ve adl içindeki «Rahmânirrahîm» ve «Hak» ismini âzamî bir dairede görmek istersen, şu temsile bak: Nasılki; bir orduda dörtyüz muhtelif taifeler bulunduğunu farz ediyoruz ki, herbir taife beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzâkı ayrı, rahatla istîmal edeceği silâhları ayrı ve mizacına deva olacak ilâçları ayrı oldukları halde, bütün o dörtyüz tâife, ayrı ayrı, takım, bölük tefrik edilmeyerek, belki birbirine karışık olduğu halde onları kemâl-i şefkat ve merhametinden ve hârikulâde iktidarından ve mu'cizâne ilim ve ihâtasından ve fevkalâde adâlet ve hikmetinden, misilsiz birtek padişah onların hiçbirini şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak, bütün ayrı ayrı onlara lâyık elbise, erzak, ilâç ve silâhlarını muinsiz olarak bizzât kendisi verse, o zât acaba ne kadar muktedir, müşfik, âdil, kerîm bir padişah olduğunu anlarsın. Çünkü: Bir taburda on milletten efrad bulunsa, onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek, çok müşkil olduğundan, bilmecburiye ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir.
İşte öyle de: Cenâb-ı Hakk'ın adl ve hikmet içindeki İsm-i «Hak ve Rahmânirrahîm»in cilvesini görmek istersen bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dörtyüzbin milletten mürekkeb nebâtat ve hayvanat ordusuna bak ki; bütün o milletler, o taifeler, birbiri içinde oldukları halde, herbirinin libası ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, tâlimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hâcâtlarını tedârik edecek iktidarları ve o metâlibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizâm ile «Hak» ve «Rahman», «Rezzak» ve «Rahîm», «Kerim» unvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.
İşte, böyle hayret verici muhit bir intizâm ve mîzan ile yapılan bir işe, başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak, Kadîr-i Külli Şey'den başka, bu sanata, bu tedbire, bu Rubûbiyyete, bu tedvîre hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebep müdahale edebilir?
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, valideynime, evlâdıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin (Kur'anın emrettiği tarzda olsa) neticeleri, faideleri nedir?
Elcevab: Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitab yazmak lâzımgelir. Şimdilik yalnız icmâlen bir iki neticeye işaret edilecek. Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek. Sonra âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:
Sâbıkan beyan edildiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin; dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur. Safaları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ: Şefkat, acz yüzünden elemli bir musîbet olur. Muhabbet, firak yüzünden belalı bir hirkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise; Cenâb-ı Hakk'ın hesabına olmadıkları için, ya faidesizdir veya azapdır. (Eğer harama girmiş ise.)
Sual: Enbiya ve Evliyaya muhabbet, nasıl faidesiz kalır?
Elcevab: Ehl-i Teslis'in İsâ Aleyhisselâm'a ve Râfızîlerin Hazret-i Ali Radıyallahü Anh'a muhabbetleri faidesiz kaldığı gibi.
Eğer o muhabbetler, Kur'anın irşad ettiği tarzda ve Cenâb-ı Hakk'ın hesabına ve muhabbet-i Rahman namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var.
Amma dünyada ise: Leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir ni'met ve ayn-ı şükür bir lezzettir.
Nefsine muhabbet ise; Ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesâttan men'etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevâya değil, hüdâya sevkedersin.
Refika-i hayatına muhabbetin; mâdem hüsn-ü sîret ve mâden-i şefkat ve hediyye-i rahmet olduğuna bina edilmiş. O refikaya samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar oldukça o hal ziyadeleşir, mes'ûdane hayatını geçirirsin. Yoksa hüsn-ü sûrete muhabbet nefsanî olsa, o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muaşereti de bozar.
Peder ve valideye karşı muhabbetin; Cenâb-ı Hak hesabına olduğu için hem bir ibâdet, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyadeleştirirsin. En âli bir his ile, en merdane bir himmet ile onların tûl-ü ömrünü ciddî arzu edip bekalarına duâ etmek, tâ «onların yüzünden daha ziyade sevab kazanayım» diye samimî hürmetle onların elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhânî almaktır. Yoksa; nefsanî, dünya itibariyle olsa, onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman en süflî ve en alçak bir his ile vücutlarını istiskal etmek, sebeb-i hayatın olan o muhterem zatların mevtlerini arzu etmek gibi vahşi, kederli, ruhânî bir elemdir.
Evlâdına muhabbet ise; Cenâb-ı Hakk'ın senin nezaretine ve terbiyene emanet ettiği sevimli, ünsiyetli o mahluklara muhabbet ise; saadetli bir muhabbet, bir ni'mettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle me'yusâne feryad edersin. Sâbıkan geçtiği gibi «Onların Hâlıkları hem Hakîm, hem Rahîm olduğundan, onlar hakkında o mevt bir saadettir» dersin. Senin hakkında da, onları sana veren Zâtın rahmetini düşünürsün. Firak eleminden kurtulursun.
Ahbablara muhabbetin ise; Mâdem «Lillah» içindir. O ahbabların firakları, hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mâni olmadığı için, o mânevî muhabbet ve ruhanî irtibattan istifade edersin. Ve mülâkat lezzeti daimî olur. «Lillah» için olmazsa, bir günlük mülâkat lezzeti, yüz günlük firak elemini netice verir. (Haşiye)
_______________________
(Haşiye): «Lillah» için bir saniye mülâkat, bir senedir. Dünya için olsa; bir sene, bir saniyedir.
Enbiya ve evliyaya muhabbetin ise; Ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nurânîlerin vücudlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları Sûretinde sana göründüğü için o âleme gitmeğe tevahhuş, tedehhüş değil; belki bilakis temayül ve iştiyak hissini verir; hayat-ı dünyeviyyenin lezzetini kaçırmaz. Yoksa, onların muhabbeti, ehl-i medeniyyetin meşahir-i insâniyyeye muhabbeti nev'inden olsa, o kâmil insanların fena ve zevallerini ve mâzi denilen mezâr-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve eder. Yâni, «Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceğim» diye düşünür; mezaristana endişeli bir nazarla bakar. «Ah!» çeker. Evvelki nazarda ise: Cisim libasını mâzide bırakıp, kendileri istikbal salonu olan berzah âleminde Kemâl-i rahatla ikametlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkârane bakar.
Hem güzel şeylere muhabbetin; mâdem Sânileri hesabınadır. «Ne güzel yapılmışlar» tarzındadır. O muhabbetin bir leziz tefekkür olduğu halde, hüsün-perest, cemâl-perest zevkinin nazarını daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemâl mertebelerinin definelerine yol açar, baktırır. Çünkü: O güzel âsârdan ef'al-i İlâhiyyenin güzelliğine intikal ettirir. Ondan esmânın güzelliğine, ondan sıfâtın güzelliğine, ondan Zât-ı Zülcelâl'in cemâl-i bîmisâline karşı kalbe yol açar. İşte bu muhabbet bu Sûrette olsa, hem lezzetlidir, hem ibâdettir ve hem tefekkürdür.
Gençliğe muhabbetin ise; Mâdem Cenâb-ı Hakk'ın güzel bir ni'meti cihetinde sevmişsin. Elbette onu ibâdette sarfedersin, sefahette boğdurup öldürmezsin... Öyle ise o gençlikte kazandığın ibâdetler, o fâni gençliğin bâki meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin iyilikleri olan bâki meyvelerini elde ettiğin halde, gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem ihtiyarlıkta daha ziyade ibâdete muvaffakıyet ve merhamet-i İlâhiyyeye daha ziyade liyakat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş-on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede «Eyvah gençliğim gitti» diye teessüf edip, gençliğe ağlamayacaksın.
Nasılki, öylelerin birisi demiş: لَيْتَ الشَّبَابَةَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرُهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشِيبُ Yâni: «Keşke gençliğim bir gün dönse idi; ihtiyarlık benim başıma neler getirdiğini şekva ederek haber verecektim.»
Bahar gibi zînetli meşherlere muhabbet ise; Madem san'at-ı İlâhiyyeyi seyran itibariyledır. O baharın gitmesiyle, temâşâ lezzeti zail olmaz. Çünkü bahar yaldızlı bir mektub gibi, verdiği manaları her vakit temâşâ edebilirsin. Senin hayâlin ve zaman, ikisi de sinema şeritleri gibi sana o temâşâ lezzetini idame ettirmekle beraber o baharın mânalarını, güzelliklerini sana tazelendirirler. O vakit muhabbetin esefli, elemli, muvakkat olmaz. Lezzetli, safalı olur.
Dünyaya muhabbetin ise; Mâdem Cenâb-ı Hakk'ın namınadır. O vakit dünyanın dehşetli mevcûdâtı, sana ünsiyetli bir arkadaş hükmüne geçer. Mezraa-i âhiret cihetiyle sevdiğin için, her şey'inde, âhirete faide verecek bir sermaye, bir meyve alabilirsin. Ne musibetleri sana dehşet verir, ne zeval ve fenası sana sıkıntı verir. Kemâl-i rahatla o misafirhanede müddet-i ikametini geçirirsin. Yoksa, ehl-i gaflet gibi seversen, yüz defa sana söylemişiz ki: Sıkıntılı, ezici, boğucu, fenaya mahkûm, neticesiz bir muhabbet içinde boğulur, gidersin.
İşte bâzı mahbubların, Kur'anın irşad ettiği Sûrette olduğu vakit, herbirisinden yüzde ancak bir letâfetini gösterdik. Kur'anın gösterdiği yolda olmazsa, yüzden bir mazarratına işaret ettik. Şimdi şu mahbubların dâr-ı bekada, âlem-i âhirette, Kur'an-ı Hakîm'in âyât-ı beyyinatıyla işaret ettiği neticeleri işitmek ve anlamak istersen, işte o çeşit meşrû muhabbetlerin dâr-ı âhiretteki neticelerini «Bir Mukaddeme» ve «Dokuz İşaret»le yüzden bir faidesini icmâlen göstereceğiz:
MUKADDEME:
Cenâb-ı Hak celîl ulûhiyyetiyle, cemîl rahmetiyle, kebîr rubûbiyyetiyle, kerîm re'fetiyle, azîm kudretiyle, lâtif hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile, bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif âzâ ve âlât ile ve mütenevvi letâif ve mâneviyat ile, echiz ve tezyin etmiştir ki; tâ, mütenevvi ve pekçok âlât ile, hadsiz envâ-ı nimetini, aksâm-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini, o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ binbir esmâsının hadsiz envâ-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile, bildirsin, tarttırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazatın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır.
Meselâ: Göz; Suretlerdeki güzelliklerini ve âlem-i mubsıratta, güzel mu'cizât-ı kudretin envâını temaşa eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur, târife hâcet yok.
Meselâ: Kulak; sadaların envâ'larını, lâtif nağmelerini ve mesmûat âleminde Cenâb-ı Hakk'ın letâif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubûdiyyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var. Meselâ kuvve-i şâmme, kokular taifesindeki letâif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i şükrâniyyesi, bir lezzeti vardır. Elbette mükâfatı dahi vardır.
Meselâ; dildeki kuvve-i zâika; bütün mat'umâtın ezvâkını anlamakla gâyet mütenevvi bir şükr-ü mânevî ile vazife görür ve hâkezâ... Bütün cihazat-ı insâniyyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.
İşte Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazatın elbette her birerlerine lâyık ücretlerini verecektir. O müteaddid envâ-ı muhabbetin sâbıkan beyan edilen dünyadaki muaccel neticelerini, herkes vicdan ile hisseder ve bir hads-i sadık ile isbat edilir. Âhiretteki neticeleri ise: Kat'iyen vücudları ve tahakkukları, icmâlen Onuncu Söz'ün oniki hakikat-ı katıa-i sâtıasıyla ve Yirmidokuzuncu Söz'ün Altı Esâs-ı bâhiresiyle isbat edildiği gibi, tafsîlen اَصْدَقُ الْكَلاَمِ وَاَبْلَغُ النِّظَامِ كَلاَمُ اللّهِ الْمَلِكِ الْعَزِيزِ الْعَلاَّمِ olan Kur'an-ı Hakîm'in âyât-ı beyyinâtıyla tasrih ve telvih ve remiz ve işârâtıyla kat'iyen sabittir. Daha uzun bürhânları getirmeğe lüzum yok. Zaten başka Sözlerde ve Cennete dair Yirmisekizinci Söz'ün arabî olan ikinci makamında ve Yirmidokuzuncu Söz'de çok bürhânlar geçmiştir.
BİRİNCİ İŞARET: Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirane muhabbet-i meşruânın uhrevî neticesi, Kur'anın nassıyla, Cennet'e lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyane bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin «Elhamdülillâh» kelimesi, cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada «Elhamdülillâh» yersin. Ve ni'mette ve taam içinde in'âm-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânî'yi gördüğünden o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gâyet leziz bir taam sûretinde sana verileceği, hadîsin nassıyla, Kur'anın işarâtıyla ve hikmet ve rahmetin iktizasıyla sabittir.
İKİNCİ İŞARET: Dünyada meşrû bir Sûrette nefsine muhabbet, yâni mehâsinine bina edilen muhabbet değil, belki noksaniyetlerini görüp, tekmil etmeğe bina edilen şefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevketmek neticesi, o nefse lâyık mahbubları, Cennette veriyor. Nefis, mâdem dünyada hevâ ve hevesini Cenâb-ı Hak yolunda hüsn-ü istîmal etmiş. Cihazatını, duygularını hüsn-ü Sûretle istihdam etmiş. Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki meşrû ve ubûdiyetkârane muhabbetin neticesi olarak Cenne'te, Cennetin yetmiş ayrı ayrı envâ-ı zînet ve letâfetinin nümuneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hâsseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş envâ-ı hüsün ile vücudunu süslendirip; herbiri, ruhlu küçük birer cennet hükmünde olan hûrîleri, o dâr-ı bekada vereceği, pekçok âyât ile tasrih ve isbat edilmiştir.
Hem dünyada gençliğe muhabbet, yâni ibâdette gençlik kuvvetini sarfetmenin neticesi: Dâr-ı saadette ebedî bir gençliktir.
ÜÇÜNCÜ İŞARET: Refika-i hayatına meşrû dairesinde, yâni, lâtif şefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü sîretine binaen samimî muhabbet ile, refika-i hayatını da nâşizelikten, sâir günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise: Rahîm-i Mutlak, o refika-i hayatı, hurîlerden daha güzel bir Sûrette ve daha zînetli bir tarzda, daha cazibedâr bir şekilde, ona dâr-ı saadette ebedî bir refika-i hayatı ve dünyadaki eski maceraları birbirine mütelezzizane nakletmek ve eski hatıratı birbirine tahattur ettirecek enîs, lâtif, ebedî bir arkadaş, bir muhib ve mahbub olarak verileceğini vâdetmiştir. Elbette vâdettiği şeyi kat'î verecektir.
DÖRDÜNCÜ İŞARET: Valideyn ve evlâda muhabbet-i meşrûanın neticesi: (Nass-ı Kur'an ile) Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, onların makamları ayrı ayrı da olsa yine o mes'ûd âileye sâfi olarak lezzet-i sohbeti, cennete lâyık bir hüsn-ü muaşeret Sûretinde, dâr-ı bekada ebedî mülâkat ile ihsan eder. Ve onbeş yaşına girmeden, yâni hadd-i bülûğa vasıl olmadan vefat eden çocuklar, وِلْدَانٌ مُخَلّدُونَ ile tâbir edilen cennet çocukları şeklinde ve cennete lâyık bir tarzda gâyet süslü, sevimli bir Sûrette, onları cennette dahi peder ve validelerinin kucaklarına verir. Veledperverlik hislerini memnun eder. Ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden; ebedî, sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar. Dünyadaki her lezzetli şeyin en âlâsı cennette bulunur. Yalnız çok şirin olan veledperverlik, yâni çocuklarını sevip okşamak zevki -cennet tenasül yeri olmadığından- cennette yoktur zannedilirdi. İşte bu Sûrette o dahi vardır. Hem en zevkli ve en şirin bir tarzda vardır. İşte kabl-el büluğ evlâdı vefat edenlere müjde...
BEŞİNCİ İŞARET: Dünyada «El-hubbu fillâh» hükmünce sâlih ahbablara muhabbetin neticesi: cennette عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ ile tâbir edilen: karşı karşıya kurulmuş cennet iskemlelerinde oturup hoş, şirin, güzel, tatlı bir Sûrette, dünya maceralarını ve kadîm olan hâtıratlarını birbirine nakledip eğlendirmeleri Sûretinde; firaksız, sâfi bir muhabbet ve sohbet Sûretinde ahbablarıyle görüştüreceği, Kur'anın nassıyla sabittir.
ALTINCI İŞARET: Enbiya ve evliyaya Kur'anın târif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gâyet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyûzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.
Evet اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ sırrınca, âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği âlî makam bir zâtın tebaiyetiyle girebilir.
YEDİNCİ İŞARET: Güzel şeylere ve bahara meşrû muhabbetin, yâni «ne kadar güzel yapılmış» nazar ile, o âsârın arkasındaki ef'âlin güzelliğini ve intizâmını ve intizâm-ı ef'al arkasındaki güzel Esmânın cilvelerini ve o güzel Esmânın arkasında sıfâtın tecelliyatını ve hâkeza... sevmekliğin neticesi ise: Dâr-ı bekada o güzel gördüğü masnûattan bin def'a daha güzel bir tarzda Esmânın cilvesini ve Esmâ içindeki cemâl ve sıfâtını, cennette görmektir. Hattâ İmam-ı Rabbânî (Radıyallahü Anhü) demiş ki: «Letâif-i Cennet, cilve-i esmânın temessülâtıdır.» Teemmel!..
SEKİZİNCİ İŞARET: Dünyada, dünyanın âhiret mezraası ve Esmâ-i İlahiye âyinesi olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar, fakat fâni dünya gibi fâni değil, bâki bir cennet verilecektir. Hem dünyada yalnız zaîf gölgeleri gösterilen esmâ, o Cennetin âyinelerinde en şaşaalı bir sûrette gösterilecektir.
Hem dünyayı, mezraa-i âhiret yüzünde sevmenin neticesi: Dünyayı, fidanlık, yâni: Ancak fidanları bir derece yetiştiren küçük bir mezraası hükmünde olacak öyle bir cenneti verecek ki: Dünyada havas ve hissiyat-ı insâniye, küçük fidanlar olduğu halde, cennette en mükemmel bir sûrette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istîdadları, envâ-ı lezâiz ve kemâlât ile sünbüllenecek sûrette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası olduğu gibi, hadîsin nususuyla ve Kur'anın işârâtıyle sabittir.
Hem mâdem dünyanın; her hatânın başı olan mezmum muhabbeti değil, belki Esmâya ve âhirete bakan iki yüzünü, Esmâ ve âhiret için sevmiş ve ibâdet-i fikriyye ile o yüzleri mâmur etmiş, güya bütün dünyasıyla ibâdet etmiş. Elbette dünya kadar bir mükâfat alması, mukteza-yı rahmet ve hikmettir. Hem mâdem âhiretin muhabbetiyle onun mezraasını sevmiş ve Cenâb-ı Hakk'ın muhabbetiyle âyine-i Esmâsını sevmiş. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da, dünya kadar bir Cennet'tir.
Sual: O kadar büyük ve hâlî bir Cennet neye yarar?
Elcevab: Nasılki eğer mümkün olsa idi, hayal sür'atiyle zeminin aktarını ve yıldızların ekserini gezsen, «Bütün âlem benimdir» diyebilirsin. Melâike ve insan ve hayvanların iştirâkleri, senin o hükmünü bozmaz. Öyle de: O cennet dahi dolu olsa, «O cennet benimdir» diyebilirsin. Hadîste «Bâzı ehl-i cennete verilen beşyüz senelik bir cennet» sırrı, Yirmisekizinci Söz'de ve İhlas Lem'asında Beyân edilmiştir.
DOKUZUNCU İŞARET: İman ve muhabbetullahın neticesi: Ehl-i keşif ve tahkîkin ittifakıyla; dünyanın bin sene hayat-ı mes'ûdânesi, bir saatine değmeyen cennet hayatı.. ve cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh cemâl ve kemâl sahibi olan Zât-ı Zülcelâl'in müşahedesi, rü'yetidir ki: (Haşiye) hadîs-i kat'î ile ve Kur'anın nassıyle sabittir.
Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm gibi muhteşem bir kemâl ile meşhur bir zâtın rü'yetine iştiyaklı bir merak, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi bir cemâl ile mümtaz bir zâtın şuhuduna meraklı bir iştiyak; herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanın bütün mehâsin ve Kemâlâtından binler derece yüksek olan cennetin bütün mehasin ve kemalâtı, bir cilve-i cemâli ve kemâli olan bir zâtın rü'yeti, ne kadar mergûb, merak-âver ve şuhudu ne derece matlup ve iştiyak-âver olduğunu kıyas edebilirsen et...
اَللَّهُمَّ ارْزُقْنَا فِى الدُّنْيَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَآ اِلَيْكَ وَ اْلاِسْتِقَامَةَ كَمَآ اَمَرْتَ وَ فِى اْلاَخِرَةِ رَحْمَتَكَ وَ رُؤْيَتَكَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ
________________________
(Haşiye): Hadîsin nassıyla «O şuhud, bütün lezâiz-i cennet'in o derece fevkindedir ki, onları unutturur. Ve şuhuddan sonra ehl-i şuhudun hüsn-ü cemâli o derece fazlalaşır ki; döndükleri vakit, saraylarındaki aileleri çok dikkat ile zor ile onları tanıyabilirler» hadîste vârid olmuştur.
TENBİH
Şu sözün âhirinde uzun tafsilâtı uzun görme; ehemmiyetine nisbeten kısadır, daha uzun ister.
Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki,«İŞÂRÂT-I KUR'ANİYYE» namına hakikattır. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur. Eğer yanlış bir şey gördünüz, muhakkak biliniz ki: Haberim olmadan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.